Eşcinselliğin Oluşmasına Dair Teoriler

Çocuklar Arasında Cinsel Saldırılar
Kasım 13, 2018
Eşcinsellik & Eşcinselliğin Türleri
Kasım 13, 2018

Neden erkek eşcinsel? Neden lezbiyen? – Eşcinselliğin oluşmasına dair teoriler:

Birçok diğer şey gibi, bu da kolay olabilirdi: Eğer babanın ten rengi koyuysa, çocuğunun da ten rengi koyu olacaktır. Ebeveynler türkçe konuşuyorsa, çocuk da türkçe konuşacaktır. Ama eşcinsellik? Eşcinsellik bizim genetik yapımızın bir ürünü mü yoksa sosyal çevrenin bir ürünü mü? Bu, bugüne kadar kesin bir cevabı olmayan bir sorudur.

Doğuştan mı yoksa eğitim ve telkin sayesinde mi?

Bilim insanları 19. yüzyıldan beri kendilerine nasıl olup da bir erkeğin bir kadına değil de başka bir erkeğe âşık olduğu sorusunu soruyorlar. Alman hukukçu Karl Heinrich Ulrichs bu konuda teorisini yayımlayan ilk bilim insanlarından birisiydi. 1864 yılında erkek eşcinselleri “Urning” olarak nitelendirdi ve bu insanların bir erkeğin bedeninde doğmuş olmalarına rağmen bir kadınsı ruha sahip olduklarını varsaydı. Böylece erkekler arasındaki aşkı açıklayacak, erkek ve kadının haricinde bir tür “üçüncü cinsiyet” icat etti. Ancak eleştirmenler onun bu teoriyle ne lezbiyen ne de biseksüel (çiftcinsel) eğilimi açıklayabileceğini söylediler.

Bununla beraber erkekler arasındaki eşcinselliği bir hastalık olarak değil, doğuştan sahip olunan bir fenomen olarak görmesi günümüze kadar onun yaklaşımındaki önemli husus olarak kalmıştır. Seksolog Magnus Hirschfeld bu fikrin Ulrich’in ölümünden sonra da yaşamasını sağladı. O sadece erkekler arasındaki aşkın nedenlerini araştırmakla kalmadı, aynı zamanda erkekler arasındaki eşcinselliğin doğuştan olduğunu ve böylece cezalandırılmaması gerektiğini açıkça savundu. Magnus Hirschfeld Almanya’da ilk eşcinsel hareketin kurucusu sayılmaktadır.

Sigmund Freud ise Ulrich ve Hirschfeld’in teorilerini reddetti ve onun yerine açıklamak için farklı bir yoldan gitti: Avusturyalı psikanalist 1905 yılında “Cinselliğin Teorisi Üzerine Üç Deneme” isimli çalışmasında bütün insanların doğuştan çiftcinsel olduğu tezini öne sürdü. Çocukluk çağındaki gelişmenin karşıcinsel ya da eşcinsel bir eğilimin ortaya çıkmasına neden olduğunu savundu. Freud’un teorisine göre, “Ortada olmayan” bir baba durumunda, erkek çocuğun eşcinsel olma olasılığı artacaktır. Babaya karşı olan bu mesafeli ilişki, daha sonraki yıllarda bu boşluğu erkek bir eşle doldurma isteğine yol açmaktadır.

Genetik araştırmalar ve hormonların etkisi:

Tıpta yaşanan gelişmeler sayesinde bilim insanları 80’li yıllardan itibaren eşcinselliğin nedenleri hakkında daha yoğun araştırmalar yapabilmekteler. 1993 yılında Amerikalı Dean Hammer “erkekler arası eşcinsellik genini” bulduğunu açıkladı. Erkek ikizler üzerinde yaptığı bir araştırmada her ikisinde de x kromozomlarında belirli bir sapma tespit etti. Her iki erkek kardeş eşcinsel olduğu için de bilmecenin çözümünü nihayet bulduğunu zannetti. Daha sonraki yıllarda başka araştırmacılar Hamer’in tezini tasdik etmeyi denediler fakat bunda başarılı olamadılar. Böylece “erkekler arası eşcinsellik geninin” varlığı ihtimal dışı bırakılabilmiştir. Buna rağmen eşcinselliğin genetik nedenli olabileceği fikri kesinlikle tamamen terk edilmedi. Amerikalı bilim adamı Brian Mustanski 2005 yılında eşcinsel erkek kardeşlerde kromozomlar üzerinde belirli genetik bölgelerin örtüştüğünü tespit etti fakat bunlar cinsiyet kromozomları değildi. Eşcinselliğin, ortaya çıkmasının, diğer faktörlerin yanı sıra, belli bir oranda birkaç DNS bölümü (deoksiribonükleik asit) tarafından etkilendiğini tespit etti. Bu formülasyon, Hamer tarafından yapılana göre çok daha temkinlidir. Sanki fetüsün doğumdan önce maruz kaldığı hormonlar da bir rol oynuyor gibi görünmektedir. Hayvan deneylerinde sıçanlarda ilginç bir şey gözlendi: Doğmamış erkek fetüs ana karnında yoğun bir şekilde erkek seks hormonu ile karşı karşıya kalırsa, daha sonra da erkeksi cinsel davranış göstermektedir. Buna karşın sadece düşük konsantrasyonlara maruz bırakıldığında daha sonra kadınsı çiftleşme davranışı sergilemiştir. Bu gözlemler dişi sıçanlara da aktarılabilmiştir. Tabii ki, bunları insanlara aktarmanın sınırları vardır, ama aynı zamanda bizde de prenatal hormonların cinsel yönelim üzerinde etkileri varmış gibi görünmektedir.

Biyolojik Faktör X + Sosyal Faktör = Eşcinsellik

Artık sadece çok az sayıda bilim insanı eşcinselliğin tek bir nedeni olduğuna inanmaktadır. Daniel Hamer “erkekler arası eşcinsellik genini” keşfettiğini sanarak, sadece biyolojik açıklayıcı güç kartına oynarken, Queer teorisinin savunucuları kültürel ve sosyal çevreyi tek neden olarak görmektedirler. Biyolojik (cinsel) ve sosyal cinsiyeti (cinsiyet) ayırt ederek, erkek ve kadın arasındaki geleneksel cinsiyet bölümünü terk ediyorlar. Bu görüşe göre cinsiyet ve böylece insanın cinsel yönelimi, biyolojik cinsiyetinden farklı olarak ele alınır. Buna rağmen çoğunluğun görüşü, biyolojik, kültürel ve sosyal faktörlerin birbirinden ayrı olarak kabul edilmemesi yönündedir. Tam olarak hangi koşulların insanları eşcinsel yaptığı, bugüne kadar bilinmemektedir. Fakat en azından geçmişteki görüşe karşın bunun tedavi vasıtasıyla giderilebilecek bir hastalık olmadığı artık netleşmiştir.

Antik çağda eşcinsellik:

Nitekim, eski Atina’da eşcinsel aşk yaşandığına dair ipuçları bulunmaktadır. Birçok şiirde erkekler arası cinsel ilişki konu edilmiştir ve ayrıca bulunan vazoların üzerindeki resimlerde eşcinsel sevişme sahneleri gösterilmektedir. Bu sebepten dolayı tarihçiler bu tür aşkların toplum tarafından kabul gördüğünü ve hatta kısmen desteklendiğinden yola çıkmaktadır. Genelde çiftler arasında büyük bir yaş farkı vardı. Örneğin tanrı Apollon ve Zeus’un yanlarında onların himayesi altında genç erkekler bulunuyordu ve bunların oğlancılık sayesinde iyi bir eğitim almaları amaçlanıyordu. Erkekler arasındaki aşk ilişkisinin o zamanlar tabulara karşı gelmediğini, özel tür bir ordunun oluşumu da göstermektedir: M.Ö. 378 yılında tamamen eşcinsel çiftlerden oluşan ve “Kutsal Topluluk” olarak adlandırılan askeri bir birim vardı. Toplamda 300 askerden oluşan bu birliğin varlığı, sevgililerin yanında daha cesur savaşmaları ve savaşta ölmeleri durumunda arkalarından yas tutacak aile fertleri bırakmamaları ile gerekçelendiriliyordu. Erkekler arasındaki tüm ilişkilerde gerçekten cinsel ilişkinin de gerçekleşip gerçekleşmediği ve kadınların onlar üzerinde hiçbir şekilde cinsel arzu uyandırıp uyandıramadıkları hakkında kaynaklara dayandırılarak bir şey söylemek mümkün değildir. Bu sebepten dolayı bugünkü “eşcinsellik” anlayışını o zamanki duruma aktarmada dikkatli olmak gerekir. Uzmanlar ayrıca, aynı zamanda kadınlar arasında da eşcinsel aşk yaşandığı kanısındalar ancak bu konuda bugüne kadar sadece bir kaç ipucu bulunabilmiştir.

“Lezbiyen” kavramı nereden geliyor?

“Lezbiyen” kelimesinin kökenine inmek için geçmişe doğru uzun bir seyahat yapmak gerekir. M.Ö. 617 yılında antik dünyanın en önemli şairlerinden biri olan Yunanlı şair Sappho doğdu. Şiirleri ve şarkılarında çoğunlukla kendini tutkuyla verdiği aşk hakkında yazardı. Hayranları onu basit bir dil kullandığı ve eserlerindeki hafif erotizmden dolayı severlerdi. Tarihçiler Sappho’nun asilzade bir aileden geldiğinden, bir erkekle evlendiğinden ve bir kız doğurup anne olduğundan yola çıkıyorlar. O zamanlarda da hem erkekler hem de kadınlar için geçerli olan eğitim alma hakkından çok faydalandı.

Efsaneye göre entelektüel bir kişi olarak duygularını ve hislerini o kadar kendinden emin bir şekilde kamuoyuna iletmiş ki, bu yüzden kendisini sürgüne göndermişler. Sürgünden geri döndükten sonra bir okul kurmuş ve burada etrafına evlenme çağına gelmiş kızlardan oluşan bir grup oluşturmuş. Bu öğrencilerine diğer şeylerin yanı sıra zarafet, şiir, felsefe ve müzik konularında desteklemiş. O zamanlar kadınsı erdemlerin öğretilmesinin yanı sıra genç kız öğrenciler ile erotik ilişkiler nadir değildi. Bundan dolayı Sappho’nun bu sayede düzenli olarak lezbiyen eğilimlerine uyma fırsatı bulduğu düşünülmektedir. Bu kadının yaşamının niçin “lezbiyen” kelimesinin oluşumuna katkıda bulunduğuna gelinirse, bunun açıklaması onun cinselliği serbestçe yaşadığı memleketinin adıydı: Yunan adası Midilli (Lesbos).

Christopher Street Günü:

Birçok insan bugün Christopher Street Günü (CSD) ile gösterişli büyük, gürültülü ve renkli sıfatlarını bağdaştırıyor. Dünya çapında erkek ve kadın eşcinseller yazın eşcinsel olduklarını gururla itiraf etmek için büyük şehirlerin sokaklarında yürüyüş yapıyor. Fakat başlangıçta Christopher Street Günü’nün hikâyesi hiçte coşkulu bir partiye benzemiyordu.
Her şey nasıl başladı…

60’lı yıllarda New York polisi eşcinsellerin barları olarak bilinen mekânlara düzenli olarak baskınlar düzenliyordu ve bu baskınlar çoğunlukla şiddetsiz geçmiyordu. Güya eşcinsel müşterileri olan bir barda sadece bulunmuş olmak bile kişilerin hakkında dava açılması ve kamuoyu karşısında aşağılanması için yeterli oluyordu. Polisler bu baskınlarda sadece erkek ve kadın eşcinsellere karşı değil, aynı zamanda trans cinsiyet (Transgender) olan, yani kendilerini sahip oldukları cinsiyetle bağdaştıramayan ve bu yüzden yanlış bir bedende doğduklarına inanan insanlara karşı da tavır takınıyorlardı. 1969 yılında 27 Haziranı 28 Hazirana bağlayan gece New York polisi çalışmaları esnasında aniden şiddetli bir dirençle karşılaştı. O gece hedeflerinde Greenwich Village’de Christopher Street ile 7th Avenue sokaklarının birleştiği köşede bulunan eşcinsellerin barı olarak bilinen “Stonewall Inn” isimli bar vardı. Müşteriler kendilerine yapılan hakaretlere ve keyfi ayrımcılığa karşı şiddetle ayaklandılar. Takip eden günlerde Greenwich Village’de erkek ve kadın eşcinseller arasında bir dayanışma gelişti ve ayaklanma birkaç gün daha devam etti. Yeni bir özgürleşme hareketi oluştu ve böylece New York’ta Temmuz ayı sonunda ilk defa kamuoyu karşısında eşcinsellere karşı hoşgörülü olunması için mücadele veren “Eşcinsel Kurtuluş Cephesi” kuruldu. Polisle yapılan bu sokak kavgasından beri New York’ta Stonewall ayaklanmasının anısına her yıl Temmuz ayının son Cumartesi günü bir geçit töreni düzenlenmektedir. Bu sokakta festivali diğer tüm Christopher Street Günleri için bir örnek teşkil eder.

Outing:

Geçmişte eşcinsellerin toplam nüfustaki oranlarını belirlemek için birçok denemelerde bulunulmuştur. Neticeler % 4 ile % 5 arasında değişiyor fakat bu rakamlara tam güvenilir olarak bakmak mümkün değil. Büyük adımı atmaya daha cesaret edememiş olanların sayısı hakkında çok az şey biliniyor. Kendileri toplumda erkek eşcinsel veya lezbiyen olarak ifşa eden adım. Bu adım hala çoğu zaman, bir anda dışlanmış biri olma riskini içermektedir: Coming-out.

Doğru zaman ne zaman?

Çoğu durumlarda erkek ve kız çocukları daha ergenlik çağında hangi cinsten hoşlandıklarını hissederler. Birden fark edilir ki, diğer tüm sınıf arkadaşlarında olduğu gibi kalbin çarpmasına ve midenin burkulmasına sebep olan kişi bir kız değil, en iyi erkek arkadaşın. Bundan sonra her şey değişir. Arkadaşlık kilitlenir ve kimse tam olarak şu an ne olduğunu bilmez ve kişinin kendisi en çaresiz olandır. Ne yapılması gerekir? Her şey nasıl tekrar normale döner? İlk eşcinsel duygudan sonra hemen hemen herkes, kaç yaşında olursa olsun, bir şok yaşar. Bunu anlayamamak, çoğu zaman kendinden şüphelenmeye yol açar. Bu sebepten dolayı, toplumsal Coming-out adımından önce içsel Coming-out gelir. Kendisini eşcinsel olarak kabul etmeyen kişi, tüm hayatını yanlış bir kimlikle geçirme tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Bu kimlik, dışarıdan bakıldığında normal görünür fakat kişinin iç dünyasını bir kafese hapseder. Kendi kendini bulma süreci her bir eşcinsel bireyde farklı uzunlukta olur. Outing’de ortalama yaş yaklaşık 20’dir. Anne ve baba geleneksel yaklaşımlara bağlıysa, erken bir Coming-out çok zor olur. Eşcinsellerin sadece toplumsal çerçevenin dışında kalmamak için evlendikleri nadir görülen bir hadise değildir. Bununla beraber ileri yaşlarında dahi gerçek cinselliğini açıklayan ve bu geç Coming-out’u bir kurtuluş hamlesi olarak yaşayan kocalar, karılar, babalar ve anneler vardır.

İlk önce kime söylemeli?

İçsel Coming-out tamamlandıktan sonra, toplumda da yeni kimliğiyle serbestçe yaşayabilme arzusu gelişmektedir. Bu adım genç yaşlarda çok zordur çünkü yaşıtları “ibne” kelimesini küfür olarak kullanır ve anne ve babanın göstereceği tepkiden de çok korkulur. Fakat daha yaşlı olan insanlar için de yıllardan beri evlilerse ve şimdiye kadar sürdürdükleri hayatın Outing yüzünden iskambil kâğıdından yapılmış bir ev gibi yıkılabileceğini biliyorlarsa çok zordur.

Çoğu kişinin bu durumda attığı ilk adım, kendisi gibi olan başka insanları aramaktır. Bu süreçte ilk etapta gizli kalabilmek ve başkalarının bu durumun üstesinden nasıl geldiklerini görmek, Outing için ne tür olanakların mevcut olduğunu öğrenmek için, genel bir bakışa sahip olmak amacıyla internet forumları, kitaplar ve filmlerden faydalanılabilir. Fakat birçok kişiye bu deneyim alışverişi yeterli gelmez ve Coming-out için engel eşiğini alçaltmak amacıyla kişisel iletişim arzu ederler. Yetişkinler için kendi çevrelerinde bu amaca uygun danışmanlık hizmeti veren yerler ve kendi kendine yardım grupları bulunmaktadır. Buralarda istek üzerine ilk önce anonim olarak problem üzerine konuşulabilir ve daha sonra adım adım bir güven ortamı yaratılabilir. Gençler için büyük şehirlerde özellikle genç erkek ve kız eşcinseller ve onların Coming-out problemleri üzerine uzmanlaşmış merkezler vardır. Dışarıdan bir kişi ile yapılan kişisel danışmanlık görüşmesi çoğu durumlarda toplumsal Outing için bir ivme kazandırır. Bu esnada Coming-out dolayısıyla tahminen en büyük tepkileri vereceği beklenen kişilere en son haber verilmesi tavsiye edilir. Gençler için ilk önce yakın arkadaşlarıyla bunu paylaşmak ve bu deneyimi ebeveynleriyle yapacakları görüşmenin bir genel provası olarak görmeleri yardımcı olur. En iyi ihtimalle, bu sayede önceden olumlu tepkiler alınır ve bunlar insanı daha önemli adım için cesaretlendirir.

Anne, baba ben eşcinselim:

Coming-out için doğru zaman geldi: Anne, baba, arkadaşlar, aile, şimdi artık hepsi öğrenmeli; geri adım atma yok. Ama Outing nasıl gerçekleşecek? Uygun bir cevap üzerine haftalarca süren kafa patlatma, kişiden kişiye değişen şekillerde bir son bulur.

Çoğu kişi sert bir tepki alma korkusuyla doğrudan konuşmadan kaçınmak istediği için, bu açıklamayı daha anonim bir şeklide yapabilme olanakları vardır. Günün birinde mutfak masasına bırakılan uzun bir mektup, “kazara” açıkta kalmış bir eşcinsel dergisi veya kendiliğinden her şeyi açıklayan bir internet sayfasına yönlendiren bir link. Bazı gençler ise ebeveynleriyle doğrudan yapacakları bir görüşmede gerçekleşecek olan Coming-out esnasında deneyimli bir yetişkinin yanlarında olmasını arzu etmektedir. Ancak ben bunu tavsiye etmiyorum: “Birçok ebeveyn zaten bu yenilik karşısında ilk önce çaresiz kalıyor ve benim veya meslektaşlarımdan birisinin varlığı onların üzerinde ayrıca bir baskı yaratacaktır.” Coming-out için doğrudan hazırlıksız her şeyi anlatmak da kesinlikle iyi bir yöntem değildir ve bu yüzden karşıdakilere de bu yeniliği hazmetmeleri için zaman tanımak gerekir. Deneyimler, ebeveynlerle konuşmaya karşı duyulan korkunun tamamen yersiz olmadığını göstermektedir. Çoğu zaman bu yenilikten onlar en çok sürpriz olarak etkilenirler ve bundan sonra da olası nedenleri arayarak kendilerini üzerler. Ancak kendi çocuğunun eşcinselliğinin eğitimle alakalı olup olmadığı sorusu Heumann’a göre “tamamen saçmalık”. Ebeveynlerin, durumun nasıl tersine döndürülebilirliği üzerine teoriler geliştirmek yerine çocuklarının eşcinselliğini kabul etmeye çalışmaları gerekmektedir. Bunun için zamana ihtiyaçlara olması doğaldır ve her iki taraftan bol miktarda anlayış ve sabır gerektirmektedir. Burada da konuya ilişkin literatüre bakmak veya aynı şeyleri yaşamış olan insanlarla yapılan konuşmalar yardımcı olur. Ayrıca eşcinselliğe karşı mevcut olan ön yargıları azaltmak için ebeveynleri ilgili merkezlere götürmek de yardımcı olabilir.